Doğu Yücel: Mükemmel Hayat Düşlemiyorum

Senarist ve yazar Doğu Yücel ile kitapları, çalışmaları ve kendisi hakkında güzel cevaplardan oluşan eğlenceli bir röportaj yaptık. Doğu Yücel’i daha yakından tanımak isteyenler için gerçekleştirdiğimiz röportaj, onu henüz okumayanlar için de bir fırsat.
Doğu Yücel: Mükemmel Hayat Düşlemiyorum

İsmini ilk defa duyanlar için kısaca kendinden bahseder misin?

En zor soru. :) Gençliğinden beri öyküler, romanlar, senaryolar yazmaya çalışan; insanlarla hayal dünyasından geçen maceraları paylaşmaya çalışan bir insanım.

Doğu Yücel’i daha çok öykücü kimliği ile tanıyoruz. Kitapların dışında seni tanıyabileceğimiz çalışmaların nelerdir?

İki tane sinema filminin senaryosuna imza attım: Okul ve Küçük Kıyamet. Bunun dışında 1999’da Non Serviam isimli müzik dergisinde başlayan bir müzik yazarlığım var. Sonra Radikal ve Blue Jean gibi mecralarda müzik yazarlığı yaptım. Son zamanlarda da Ot dergisinde iki ayda bir öykü yazıyorum.

Edebiyat, müzik, futbol gibi birçok alanla ilgin olduğunu biliyoruz. İlgilendiğin çok bilinmeyen başka bir alan var mı?

Bilinenler dışında gerçekten ilgileniyorum dediğim bir ilgi alanı yok galiba ama ilgilenmek istediğim şeyler var. Lisede olduğu gibi elektrogitar çalmak istiyorum, satranç oynamak ve bu konuda kendimi geliştirmek istiyorum ama bunlar hep istekte kalıyor çünkü edebiyat çok zamanımı alıyor.

Müzik yazarlığı kimliğini unutmak olmaz. En sevdiğin şarkı nedir diye sorsak tek bir cevap verebilir misin?

Tek bir şarkı herhalde Iron Maiden şarkısı olur. O da Infinite Dreams.

Fantastik edebiyat günden güne gelişse de ülkemizde bir ön yargı hâlâ mevcut. Bunun olmasının asıl sebebi sence nedir?

Bu derin bir konu tabi. Birkaç cümleyle anlatmak zor. Toplumsal gerçeklerin hayatımızda çok fazla yer ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Hatta Türkiye’deki birçok kişiye göre sanat da bir tür kaçış. Mesela argoda caz yapma derler. Ben askerdeyken çok karşılaştım, kitap okurken ne bu ıvır zıvır diyorlardı. Yani bu sadece fantastik edebiyatla ilgili bir ön yargı değil aslında. Genel olarak sanata karşı duyulan bir ön yargı söz konusu ama bizim sanat dünyamız içerisinde de bazı eski kafalı abilerimiz fantastik edebiyata tıpkı eğitimsiz kitlenin sanata baktığı gibi bakıyor.

80’lerde oluşan bir fikir dalgası bu biraz. 90’lar ve 2000’lere geldiğimizde ise fantastik edebiyat Yüzüklerin Efendisi gibi kitaplarla anılıyor. Bu da o ön yargıların pekişmesine sebep oluyor çünkü bunun gibi kitaplara çoğu insan kaçış edebiyatı olarak bakıyor. Buradan doğan bir ön yargı söz konusu ama fantastik edebiyat sadece Yüzüklerin Efendisi’nden ibaret değil. Bunun Borges’e, Kafka’ya kadar dayanan bir geçmişi var. Diğer yandan Yüzüklerin Efendisi de bence bir kaçış edebiyatı değil çünkü bir İkinci Dünya Savaşı alegorisi olarak görüyorum ve hırs, güç bağımlılığı üzerine yazılmış en kuvvetli kitaplardan biri diye düşünüyorum. Türkiye’de ve Orta Doğu’da olan birçok şeyi de aslında çok güzel anlatan bir kitap.

Sanat biraz kaçış olarak algılanıyor dedin. Edebiyat senin için de bir kaçış mı, yoksa bir varış mı?

Kaçış değil. Belki çocukken öyleydi. Çocukken yaşadığım problemlerden kaçmak için Jules Verne’in maceralarına kapıldığım oldu tabi ki. Bu da çok doğal ama şu an itibarıyla tam tersine bir varış, yüzleşme… Şu anda baktığımda, o Jules Verne kitaplarının bana bugün sahip olduğum çevre duyarlılığı ve sınıfsal eşitlik hayali gibi birçok hassasiyet kazandırdığını görüyorum. Yani çocuk aklıyla kaçış olarak gördüğüm o maceralar aslında bana çok önemli ve gerçek dünyaya ait düşünceler kazandırmış.

Kitaplarında korku kavramına sıkça rastlıyoruz. Senin en korktuğun şey nedir?

Benim en korktuğum şey insanın kendisi, insanın kendi içindeki kötülük. Canavarlardan falan korkmuyorum. Hayvanların yaratabileceği dehşet anlarının onlar açısından anlamlı olduğunu düşünüyorum mesela. Bir yılan size saldırıyorsa onun kendisini savunmak için yaptığı bir hareket olduğunu biliyorum ama insan çok daha korkunç. Tamamen anlamsız bir şekilde saldırabiliyor. Kendi ırkını öldürebilen, katliamdan geçirebilen tek canlı türü…

Hayal kelimesinin senin için anlamı büyük. Peki, hayali bir karakteri gerçek hayata getirme şansın olsaydı hangisini seçerdin? Neden?

Çok güzel soru. Sence?

Örümcek Adam diye düşündüm ama belki farklı bir cevap gelebilir. Cevabını en merak ettiğim soru da buydu.

Watchmen’deki Mr.Manhattan diyorum çünkü onun güçleri çok daha fazla. Örümcek Adam günümüzün şartlarında biraz zayıf.

Dünya, doğduğumuz anda öleceğimiz zamanın bilindiği bir dünya olsaydı ne yapardın?

Çok şey yapardım. Ekstrem sporlara vakit ayırırdım. Böyle bir film var aslında: Yeni Ahit. Belçika yapımı olması lazım, herkesin cep telefonuna öleceği gün gönderiliyor. Öleceği günün çok ileride olduğunu fark edenler uçaktan atlıyorlar, dağa çıkıyorlar. Ben de yükseklik korkuma inat yüksek yerlerde tehlikeli sporlara bulaşırdım.

Şu ana kadar belki birçok hayalini gerçekleştirmiş olabilirsin ama varmak istediğin en son hayal nedir? Yani bu olsa daha yüksek bir hayalim olmaz dediğin ne var?

Senaryo dalında Oscar.

Değişmemiş o zaman? :)

Evet çünkü babamın hayali. Babam bir film seti sürerken yaşanan vahim bir trafik kazasında vefat etmeden önce anneme “Bu rolde çok iyi oynayacağım, Oscar alacağım” diyor. Bu tabii ki çok gerçekçi bir hayal olmayabilir ama böyle bir hayalden söz etmiş. O yüzden ben de o hayali hâlâ kuruyorum. Bilmiyorum belki bir gün… Gerçi çok uzak bir hayal tabi ama neden olmasın bir yandan da. Sonuçta Mustang neredeyse Oscar alıyordu.

Herkesin en sevdiği şeylerle ilk tanışıklığı önemlidir. Senin evet, şu olayla sevmeye başladım dediğin bir şey var mı? Nedir o olay? En belirgin olanını söyler misin?

İki tane söyleyebilirim. Kitap okumayı istiyordum çünkü filmleri, kitapları çok seviyordum ve onların nasıl yazıldığını merak ediyordum. Yine de kitap okumayı bir türlü içselleştirememiştim çünkü hep annemin kütüphanesinden kitap okumaya çalışıyordum ve annemin kütüphanesinde de öyle kolay kitaplar yoktu. Arkadaşlarımdan da alıyordum. Bu da kitap okuma alışkanlığını bana tam kazandırmıyordu. Sonra dedim ki bana verilen harçlıkla bir kitap alacağım. Jules Verne’in On Beş Yaşında Bir Kaptan isimli kitabını almıştım ve ilk kitap okuma büyüsünü yakaladığım kitap odur.

İkincisi ise TRT’de Pop Saati diye bir program vardı. Yıl 1988 ya da 89 başları… Iron Maiden’ın Can I Play With Madness klibini izlediğim, o klipte herkesin tersine gördüğü manzarayı bambaşka çizen resim öğrencisiyle kendimi bağdaştırdığım an.

Varolmayanlar ve Güneş Hırsızları gibi kitaplarına uzun süre ayırmıştın. Uzun sürede yazmak seni olumsuz fikirlere itiyor mu, yoksa bunun iyi sonuç vereceğini bilmek seni motive ediyor ve tam gaz devam mı ediyorsun?

Daha bugün bir röportaj okudum. Nihan Kaya’nın. “Mecbur olmadığım hiçbir kitabı yazmadım” diyor. Bu sözle çok özdeşleştim ben çünkü ben de mecbur olmadığım hiçbir kitabı yazmak istemiyorum. Yazdığım her şeyde, senaryolar da buna dâhil, gerçekten bunu yazmaya kendimi mecbur hissettiğim için yazdım. Bu mecburiyet hissi de çok kolay gelişmiyor. Kendinize bir kariyer planlaması yapıp iki senede bir, üç senede bir kitap çıkaracağım gibi takvim kurarak sağlanabilen bir şey değil. Mecburiyet gerçekten bir yaşanmışlık gerektiriyor. Bazı konuları kafaya takmayı gerektiriyor. Bir saplantı hissi gerektiriyor. Varolmayanlar’ın da Güneş Hırsızları’nın da uzun sürede çıkmasının sebebi budur. Bir de öykü anlatıcılığını sadece tek bir platformda sınırlı tutmamaya çalışıyorum. Güneş Hırsızları'ndan sonra bu kitaptaki bir öyküden bir tiyatro oyunu uyarladım, bir de sıfırdan bir film senaryosu yazdım. Bunlar sahnelenmek veya çekilmek için kenarda duruyor.

Kafamda birçok öykü var. Formülleri de biliyorum. Karakter çatışması gibi. Yani bir şeyler illa ki kurup çıkartırsınız ama onun yaşayan bir şey olması, yıllarca kaybolmayacak bir şey olması bence daha fazla kafa yormayı ve eziyet çekmeyi gerektiriyor. Ben de daha fazla eziyet çekerek, daha fazla şey yaşayarak, daha fazla araştırarak bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Yine de sıkı bir disiplinle "üç senede bir kitap" yazılabilir.

doğu yücel

2017’de çıkması gerek o zaman?

Plan öyle. :)

Nasıl bir şey bekliyor bizi?

Beni daha önce okuyanların beklemediği bir şey diyebilirim. Bu defa her anlamda küçük, minimal bir öyküyü romanlaştırıyorum. Fantastikten uzak. İçe kapanık ve gerçekçi. Ama eğlenceli de. Yani umarım öyledir.

Daha önceki röportajlarında da bahsediyordun Kartopu Gezegeni’nden. Bir çocuk kitabı olarak yakın zamanda görebilecek miyiz, yoksa başka projeler mi var? Okurların yeni kitabının çıkmasını ya da senin de imzanın olduğu bir projeyi görmeyi merakla bekliyorlar.

Bir roman bir öykü kitabı şeklinde ilerlemek istiyorum. Bu sene sırada roman var. Çocuk kitabını ise daha da ileriye attım.

Üyesi olduğun FABİSAD hakkında bilgi verir misin? Nasıl kuruldu, neler yapıyor?

FABİSAD, 2011’de bir araya gelmemizle kurulan bir oluşum. Hep aramızda konuştuğumuz bir şeydi. Bizim gibi fantastik edebiyat, bilim-kurgu, büyülü gerçekçilik, korku gibi alternatif türlerde kalem oynatan yeterince insan yoktu ama bir yandan da kendi içimizde de iletişimimiz fazla yoktu. O yüzden hem kendi aramızda sinerji oluşsun hem de ana akım edebiyatın yanında böyle bir edebiyat tarzı da var ve sizin kendi ön yargılarınızda kurduğunuz gibi aşağı bir edebiyat tarzı değil, bizi de görün dediğimiz bir oluşum. :)

Kuranların çoğu kendilerini az çok ispatlamış isimler. Bizim asıl çabamız amatör yazarları bu konuda teşvik etmek ve onları yönlendirmek üzerineydi. Mesela Türkiye’de daha çok toplumsal gerçekçi edebiyat tarzının, söz sanatlarının ödüllendirildiği yarışmalar söz konusuydu. Biz bu yarışmalara alternatif olsun diye daha çok hayal gücünün, olay örgüsündeki yaratıcılığın ödüllendirildiği bir GİO Ödülleri yarışması düzenledik. Onu düzenlemeye devam ediyoruz ama bunun dışında paneller, atölyeler gibi birçok çalışmamız da var. Bence Türkiye’deki benzer yazar gruplarına kıyasla daha üretken ve gençlere daha çok fayda sağlayan bir birliktelik söz konusu FABİSAD için.

Özellikle fantastik edebiyat sevenlerin ülkemizde sevdiği yazarlar listesinde ismi geçen bir yazarsın. Sana bunu kazandıran özelliğin sence nedir? Yani kendinde olumlu bulduğun ve seni sevenlerin de böyle düşündüğünü bildiğin yönün nedir diyelim.

Güzel ama bunu ben söyleyemem. Ancak kendimle ilgili sevdiğim ve atölye çalışmalarında genç yazar adaylarına da önerdiğim bir şey var. Bunu söyleyebilirim belki. Farklı tarzlardan etkilenin diyorum hep. Kendimle ilgili gördüğüm artılardan biri bu. Jules Verne ile kitap okumaya başladım ama daha sonra Dostoyevski de okudum, Paul Auster de okudum, Orhan Pamuk da ama Douglas Adams’dan kopmadım. Lovecraft de okudum, Müfit Özdeş de okudum. Yüzüklerin Efendisi’ne de bayıldım ama o tarz frp kitaplarına da çok dalmadım. Can Barslan’ın mizahından, Umut Sarıkaya’nın detaycılığından da etkilendim, Tarantino’nun senaryolarından da. Bir futbol maçında da bir öykü görmeye çalıştım.

Bazı yazarlar görüyorum tek tip yazar okuyorlar. Farklı sanat disiplinlerinden etkilenmiyorlar. Hayatlarında müzik olmuyor. Müzik dinlemeyen yazarın cümlelerinde melodi olabilir mi, akıcı bir ritim sağlayabilir mi? Ben sanmıyorum. Sanat disiplinleri arasında alışverişlerin dönmesi gerekiyor. Ben o konuda kendimi hem ailemden hem yakın çevremden hem de rock-metal dünyasında olmamdan dolayı şanslı görüyorum. Bunlar hep farklı yönlerden bana ilham verdi diye düşünüyorum.

Şartlar seni zorladığı zaman nasıl bir ruh haline giriyorsun ve ne yapıyorsun?

Müzik dinlerim, aylaklık yaparım, internette dolaşırım ya da uyurum ama gücümü toparlayıp o işin altından nasıl kalkacağımı da düşünürüm.

Asla kabul edemeyeceğin ve seni en çok sinirlendiren şey nedir?

Uzun süre sinema sektöründe çok kazık yediğim için başkalarının öykülerine senaryo yazmıyorum artık. Proje işlere girmiyorum.

Kitapların ve çalışmalarındaki seçimlerinin yanı sıra hayattaki seçimlerin nasıl oluyor, biraz buna değinmek istiyorum. Keşke demek yerine pişmanlığı göze alır mısın yoksa rezil olmaktansa pişmanlığımı yaşarım mı dersin? Eğer birincisiyse en büyük pişmanlığın nedir?

Keşke demekten korkmuyorum ama pişmanlık anlamında da hayatta çok keşkem var. Bazı insanlar “Hiçbir pişmanlığım yok, tekrar dünyaya gelsem yine aynısını yaşarım” der, ben çok şaşırırım. Olur mu ya?

Benim en büyük pişmanlığım da enteresan: Üniversitede iktisat seçmek. İktisat okumasam Hayalet Kitap’ın konusu olmayacaktı. Genelde yazdığım bütün romanlar ya da öyküler yaşadığım bir eziyetten kaynaklanıyor. Varolmayanlar sürekli işe gidip gelmekten sıkıldığım bir dönemde çıkmıştı. Güneş Hırsızları’na yine yaşadığımız kutuplaşma, Türkiye’deki soğuk iç savaş ya da özgürlüğümüzün kısıtlanıyor oluşu hissiyatı sebep oldu.

Diyorum ki mükemmel bir hayat nasıl olurdu: İktisat yazmazdım, Anadolu Üniversitesi’ne gidip sinema okuma ihtimalim vardı. Orada sinema okusam Hayalet Kitap’ın konusu olmayacaktı. Ondan sonra mükemmel adım yurt dışına gitmek olurdu. O zaman da Güneş Hırsızları olmayacaktı. Yani mükemmel hayat yaşamak da ne kadar doğru? O keşkelerin de bir anlamı var. Böyle bir paradoks…

Sosyal medya hakkında ne düşündüğünü özetler misin?

Sosyal medya bence insanların duygu ve düşüncelerini insanlarla paylaşabilmeleri için güzel bir araç.

Peki, olumsuz bir yönü de var mı aynı zamanda?

Olumsuz yönleri var tabi ama daha çok yeni bir teknoloji olduğu için insanlar bunu nasıl kullanmaları gerektiğini yeni yeni öğreniyorlar. Emekleme aşamasında. Olumsuz araç diyorsak en olumsuz araç aslında dilimiz, söylediklerimiz. Bunlar bugüne kadar çok daha korkunç şeylere sebep oldu. Savaşlara imza atıldı, atom bombalarının düğmesine basıldı. Bunların çoğu da aslında ağızdan çıkan şeylerle, yani dilimizle oldu. Benim şöyle bir teorim var: Konuşma hızıyla düşünme hızı aynı değil. Bu yüzden bence yazarak kendimizi ifade etmemiz, yazarak iletişim kurmamız birçok açıdan daha sağlıklı. Tabii bunun için biraz da eğitim gerekiyor. Sonuç olarak ben yazarak insanların duygu ve düşüncelerini dünyayla paylaşıyor olmasını insanlık namına, evrimimiz namına bir sıçrama tahtası olarak görüyorum. Şu an o tahta yalpalasa da bence doğru yönde atılmış bir adım.

Varolmayanlar’daki gurme muhabbeti ve Güneş Hırsızları’ndaki Rüya Tabirleri öykünden anladığımız üzere yemekle aran iyi. Sevdiğin bir mutfak ya da yöresel bir yemek var mı?

Türk mutfağı. İzmirli olduğum için Ege mutfağı diyebilirim. Klasik yemekleri seviyorum. Çek bir kuru – pilav. :) Sokak yemeklerini de seviyorum. Beşiktaş-Kadıköy iskelesinin oradaki nohut pilav tezgahına giderim arada. Sebzeli yemekleri daha çok seviyorum. İyi yapan çok çıkmaz ama bamya candır. Sebze sayılmayabilir ama mantarlı her şeye varım. Kimin yaptığı da önemli tabii, annemin beşamel soslu tavuğu bence dünyada rakipsiz. Bir de her yemeği yoğurtla yerim, yoğurdun iyi gitmediği yemekleri de pek sevmem.

En iyi yaptığın yemek hangisi?

Kahvaltı :) Kahvaltıyı çok iyi hazırlıyorum. Yemek yapamıyorum pek.

En tuhaf davranışın nedir?

Arkadaşlarıma göre pideyi ayrana batırmam. Kendime göre ise yazarken tişörtümü ısırmam. Bazen unutuyorum bunu. Evde giydiğim tişörtlerin yaka kısmı hep delik deşiktir. Hatta dişçim de beni bu konuda uyardı.

Peki, en sevdiğin yazarlar?

Lovecraft, Shakespeare, Douglas Adams, Stephen King.

Korku, fantastik ve bilim-kurgu türlerinin hiçbiri olmasaydı izlemekten en keyif alacağın film türü nedir?

Komedi.

Harry Potter’da ruh emicileri kovmak için patronus yaratmak gerekiyor. Bunun için de gerçekten seni en mutlu eden anı düşünmek gerek. Başarabilmenin en önemli koşulu bu. Bir patronus yaratman gerekseydi düşüneceğin an ne olurdu? Yani seni hayatında en mutlu eden an nedir?

Çok büyük bir mutluluk anım aklıma gelmedi. Yani mükemmel bir an düşündüğümde tam bu derken yok o da değil diyorum. 1997’de Gençlik Kitabevi öykü yarışmasında ödül aldığımı telefonda öğrendiğim an diyebilirim. Birkaç gün telefonun yanında adeta kamp yapmıştım. En büyük hüsranım da o anın hemen sonraki anı çünkü önce birinci oldunuz dediler, ben çığlık attım evde. Sonra "Bu sene birinciliğe kimseyi layık görmediğimiz için ödülün adına başarı ödülü demeye karar verdik" deyip sevincimi biraz söndürdüler. Yine de güzel bir andı. Gelecekte kitaplarımı yayımlatabileceğime dair elle tutulur bir emareydi.

Yazar olmak isteyenlere vereceğin en önemli tavsiye nedir? Yani neye kesinlikle dikkat etmeliler?

Çok okumaları, çok yazmaları verebileceğim en önemli tavsiye. Şöyle bir eşik noktası var galiba. Bunun benzerini ben bir Joe Satriani röportajında okudum. Gerçekten gitar çalıyorum dediğiniz an şu andır: İstediğiniz melodiyi ya da ritmi çalabiliyor olmak. Bu kolay bir şey değil. Kulak gerektiriyor ve çok iyi bir üçüncü kulak gerektiriyor. Yani kendinize dışarıdan bakma kabiliyetine ulaşmanız önemli. Ben mesela hayali bir okur yaratıyorum kafamda. Yazdıktan sonra o hayali okurun gözünden de okuyorum kendi yazdığımı. Amatör yazarlarda gördüğüm şey genelde kendileri gibi bakıp kendileri gibi okumaları. Aslında sizden farklı cinsiyet ya da farklı bir yaşta hayali bir yazar yaratıp öyle okuduğunuz zaman başka sonuçlara varıyorsunuz.

Bu işin tekniğiyle ilgili, ekonomik yazmakla ilgili öğretileri çalışmak gerekiyor. Bu da faydalı olabilir. Onun dışında yine atölyelerde söylediğim bir şey var. Gençken yapmıştım. Birkaç yazar arkadaşımın da yaptığını duydum. Sevdiğiniz yazara ait sevdiğiniz bir öyküyü baştan sona yazmak. Bu size birçok şey gösteriyor. Birincisi o yazarın zihnine girebiliyorsunuz ve onun nasıl yazdığını, nasıl düşündüğünü fark edebiliyorsunuz. İkincisi o yazarda gerçekten neyi sevdiğinizi tespit edebiliyorsunuz ve onu kendi yazarlığınıza taşıyabiliyorsunuz. Üçüncüsü yazmak güzel bir pratik. Bu metodu da deneyebilirler ama şu çok önemli, bu taklitçiliğe dönüşmemeli. En büyük tehlike o. Bilgisayarda değil bu arada, en azından birkaç kere el yazısıyla yazsınlar.

doğu yücel

Fotoğraf: Ece TOSUN / Bengü AKAGÜL

 

NeOldu.com / Damla DAĞ

İlgili Haberler
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum